Sosyalizmin Dans Ettiği Bir Ada: Küba (Anı) - Çetin Durukanoğlu

BÖLÜM 11

 

Sosyalizmin Dans Ettiği Bir Ada: Küba

 

Yüksek irtifanın, insani bıktıran, kulakları sağır eden basıncın yarattığı uğultulara rağmen videoda Havana görüntüleri ve Küba müziğinin ilk esintileri, artan heyecanımı pekiştirmekte, bu arada lanet olası sinüzitimin azması ve boğazımda yanma hissi yaratan akıntının yarattığı iltihabın ateşimi yükseltmesine rağmen hayatımın bu kesiti oldukça keyifli geçmekteydi. Zaman zaman inişli çıkışlı bir grafik izlese de genel olarak yükselişe geçen devrimci dalganın ihtiyaçlarını karşılamakta sanırım 40 yılı aşkın bir süredir ambargoya rağmen ayakta kalmayı ve devrimi sürdürmeyi başarmış Küba’yı görmek yaşamıma moral bir boyut katacak.

 

Hikayenin başına döndüğümde, aylara yayılan sıkıntı havaalanına her yaklaştığımız anda biraz daha hafiflemişti. Artık gitmenin imkansız olduğunu düşündüğüm o anlarda, pasaportun elime gidiş tarihinden bir hafta önce geçmesiyle gidişatım da kesinleşmişti. Zaman geçmek bilmez, durağanlık biraz da hızlı akar. İşte havaalanına giden trende, her görevliye bu trenin Gatwick’e gidip gitmediğini soruyoruz. Cevaplar netleşince artık Havana yolunda olduğumuz kesinleşiyor. Havaalanı çıkışında bir şey olmaması en büyük dileğim. Kimi zaman rutin kontrollerde, rastgele durdurup arama yapıp geciktirebiliyorlar.

 

Atlantik’in ortasında bembeyaz bulut cennetinin arasından sızan maviliğin ortasında, arkasına beyaz bir köpükten kuyruk bırakan bir tankerin izlerini sürüyoruz. 11.000 metre yükseklikteyiz ve dışarıda ısı -60 derece. Gökyüzü ve denizin maviliğinin eşsiz bir kaynaşma çizgisi, ufuk çizgisi sonsuz bir derinlik hissini yayıyor, insanın bedeninin her yanına ılık bir ürperti katarken. Alçalmaya başlayınca, bulutların giderek bir panik havasında etrafa dağıldığını ve açılan boşluktan artık karanın daha net göründüğünü seçebiliyorum.

 

Toprak parçasının kahverengi ve yeşil gibi iki ana renge bürünmesi, nadasa bırakılmış topraklarla ekilmiş toprakların ayrımını veriyor. Yerleşim yerleri nokta olmaktan çıkıyor. Artık bir gerçek kara göründü! Ya da artık Küba’dayız. Güneşin batışında kızıla boyadığı bulutlar, göz kamaştırıcı bir güzellik sergiliyor. Bu renk cümbüşü içinde, 570 metreye indik. Hızla alçalıyoruz ve uçağın tekerlekleri karaya temas ediyor, FRANK PAİS havaalanındayız. Artık gerçek. Küba’ya ayak bastık. Gözlerimi uçağın penceresinden alamıyorum. Her yeri yani görebildiğim ve pencere açısının izin verdiği her yeri görmek istiyorum. Heyecan her tarafımı sarıyor.

 

Adanın doğusundaki Halguin’deki FRANK PAİS uluslararası havaalanından ayrılıp Havana’ya uçuyoruz. Akşam karanlık çöktüğünde, milyonlarca ateşböceğinin dansını hatırlatan ışık huzmesi göründüğünde Havana’ya geldiğimizi anladım. Uçağın inmeden önce bir tur atması, şehri bir müddet yukardan seyretme şansını da bize verdi. Uçağın tekerlekleri piste değdiğinde ister istemez herkesten değişik tonda sevinç çığlıkları yükseldi. Derin bir rahatlık ve iç huzuru sonucu gömüldüm koltuğa iyice. Giderek her şey daha gerçek oluyor. Her geçen saniye, İstanbul ve Atina’dan sonra hayatıma bir daha unutulmamak üzere gireceği kesin olan bir şehre beni biraz daha yaklaştırıyor.

 

Daha ilk çıkışta arkadaşlarla buluştuk. Hemen akabinde Komünist Gençlik örgütünden yoldaşlar bizi karşıladılar. Kısa bir tanışma faslı ve bize eşlik edecek, tercümanlık yapacak olan Yuri ile tanışıyoruz. Sonra bizi pasaport kontrolüne doğru yönlendiriyorlar ve kendileri de dışarıda bekliyor. Şarkılar söyleyerek ilerliyoruz havaalanında. Sırada bekliyoruz. Değişik kontrol noktalarına dağıldık. İlk arkadaşlar geçiyorlar. Sıra bana geliyor. Pasaportumu ve vizemi uzatıyorum. Adımı söylüyor tabii ki ben olup olmadığımı soruyor. Evet, benim diyorum. İlk kez mi geliyorsun Küba’ya diyor? Yine evet diyorum. Küba’yı ziyaretinizin sebebi nedir diyor. Sadece uluslararası dayanışma diyorum. Gülümseyerek pasaportumu bana uzatıyor. Teşekkür ediyor. Nihayet dışarı adım atıyoruz.

 

İnsanın tenini okşayan, tuhaf bir rahatlık duygusu veren, ılık ve nefis bir tazelik kokan havayı teneffüs etmeyeli oldukça uzun bir zaman dilimi geçmişti. Rehberimiz bize küçük bir jest yaparak RCG’nin (beraber gittiğim, İngiltere’deki Devrimci Komünist Grup) internet sitesinden indirdiği gezi programını dağıtıyor. Nerden aldın gibi tuhaf bir soruya karşılık, tabii ki internetten diyor.

 

Akşam saat 9 civarında, karanlık çöktükten sonra, havaalanından şehre doğru yolculuğumuz başlıyor. Aniden yolda bir kalabalık görüyoruz, Şoför yavaşlamak zorunda kalıyor. Kalabalıkta herhangi bir panik izi yok. Araba iyice yaklaşınca biraz açılıyor yol. İyice seçebiliyoruz artık. Kadınlı erkekli, oldukça bakımlı ve hoş görünen bir gençlik grubu… Göz ucu ile bir kapıya bakıyorum, bir an içerdeki dans pisti gözüme ilişiyor. Dışarıdaki kalabalık dans pistine sığmayan gençler…

 

Neredeyse uykusuz geçirdiğim 11 saatlik uçak yolculuğundan sonra, otelin önünde araba durunca, sıcağın da arttırdığı susuzlukla açlık ikisi birden çullanıyor üstümüze. Yemek hazırlanırken biz otelin barında susuzluk sorununu hızlı biçimde çözüyoruz. Ben soğuk bir iklimde yaşamanın intikamını almak için hemen kendimi dışarı atıyorum, taşların üzerinde oturup etrafı seyrediyorum. Sonra birden aklıma bizim çocuklar geliyor. Onlara sesleniyorum. Dışarıda çok güzel bir hava var, niye içerde oturuyorsunuz diye. Herkes dışarı üşüşüyor, çimenlerin ve taşların üzerinde yorgunluk muhabbeti başlıyor. Çimenlere uzanıyorum. Artık uzun zamandır yaşantımdan çıkmış olan şeyleri hiçbir çekince duymadan yapmaya başlıyorum.

 

20.04.2003

 

Sabah etrafı gün ışığının avantajıyla görme şansını yakalıyorum. Otelin üçüncü katında kaldığım için bir süre, şehri havadan izleyebiliyorum. Öğrenciler, işçiler yollara düşmüşler. Ilıman iklimlerin tipik özelliği olan düz damlar hemen göze çarpıyor. Binalar yeşilliğin içine çok hoş olarak yedirilmişler. Yeşilliğin ve kuş seslerinin ahengi sabahın ilk uyandırıcısı ve dinlendiricisi… Hemen dikkatimi çekiyor. Her gördüğüm iki insandan biri siyah. Etrafı seyretmeyi bırakıp uzun zamandan beri ilk defa, sabahın bu saatlerinde duş almaya gidiyorum.

 

Bütün gezimiz boyunca kullanılmak için bize tahsis edilen 20 kişilik bir minibüsle kahvaltı sonrası programımıza başlamak üzere Devrim Müzesine hareket ediyoruz. İspanyol sömürge mimarisinin en önemli yapıtlarından biri olan ve devrimden önce Batista’nın başkanlık sarayı olarak kullandığı bu mekan fazladan hiçbir düzenleme yapılmadan olduğu gibi müzeye çevrilmiş. Çıkışta iki kişi yanımıza yaklaşıp “Biraz ilerde sigara fabrikası var. Sigara istiyor musunuz?” diye soruyor. Turizme açılmanın yarattığı insan tipiyle daha ilk gün müşerref olma şansına sahip oluyoruz. Tabii ki hemen gardımızı alıp turist olmadığımızı, komünist olduğumuzu ve uluslararası dayanışma için burada bulunduğumuzu söylüyoruz. Yaşça daha büyük olanı hemen atılıyor. “Biz de komünistiz” diyor. “Küba’da herkes komünisttir” diye ekliyor. “Ama yine de siz sigara istiyor musunuz?” diye bir daha soruyor. Hayır, cevabını alınca genç olanı “Nerelere gideceksiniz?” diye soruyor. “Guantanamo’ya” diyoruz, yüzü ekşiyor. “Ben Havana’dan başka bir yerde yaşamam. Burada yiyecek, eğlence yani her şey var” diyor. Bize de biraz üzülüyor.

 

Öğleden sonra Havana’nın doğusundaki plajlardan birine gittik. Yol boyunca dizilmiş ve aynı sıcaktan bunalan ve istikametleri aynı olan insanları gördük. Kimisi araba, kimisi bisiklet kullanarak, kimisi yayan belirli bir yöne doğru akıyorlardı. Plajda Karayipler’deki bir Fransız sömürgesinden gelmiş öğrencilerle tanıştık. Birlikte voleybol oynadık. Açıklardaki hakim mavi renk tonunu kıyıya iyice yaklaşıldığında yeşile dönen denizin dalgalarıyla cebelleşmesi daha da bir güzeldi.

 

Plaj dönüşü İzmir’in kordon boyunu andıran Havana’nın kuzeye bakan sahilinde dinlenen, gezen insanlar ve birbirlerine sarılarak oturan ve öpüşen sevgililer gördük. Yolun sol tarafı ise Eski Havana denilen oldukça eski ve bakımsız binalardan oluşan bölgesiydi şehrin. Burada ilk kez “cabello”lar gördük. Bu araçlar Havana toplu taşımasında oldukça önemli bir işlev görüyorlar. Motorları çok güçlü olan uzun yol TIR kamyonlarının kasaları sökülmüş ve yerlerine toplu taşımacılığa uygun oturma yerleri olan kasalar konulmuş.

 

21.04.2003

 

Sabahın yoğunluğu her tarafta göze çarpıyor Yeşil alanları temizleyen işçilerden yoldan geçen araçları bekleyenlere kadar. Ya da bir kavşakta, bir köşe başında çalışan, ufak bir kahvaltı yada içecek bir şeyler satan bir dükkan.

 

Öncüler Okulu

 

Üç blok olarak inşa edilmiş, blokların ortasında oldukça güzel park olarak düzenlenmiş bir dinlenme mekanı var. Okul park içinde inşa edilmiş ve dış duvarları yok. Don Kişot ve Sancho Pança’nın heykeline rastladık. İlk adımımızı müzik sınıfına attık. 9-10 yaşlarındaki kız öğrenciler, resmi üniforma olarak mini etek giyiyorlar, tırnakları ojeli ve saçları hemen hemen hepsinde değişik tarzda örülmüş. Küpeleri, kolyeleri ve bilezikleri ile tam bir estetik bütünlük oluşturmuşlar. Grup siyah, İspanya asıllılar ve melezlerin karışımından oluşuyordu. Sınıfı terk ederken sınıfın en ufağı olduğu belli olan hafif gülümseyerek “Goodbye” dedi. Bu sınıfta ilk dikkatimi çeken şey, çocukların müthiş bir özgüven taşımaları ve oldukça rahat olmalarıydı.

 

İlkyardım Sınıfı

 

Biz içeri girdiğimizde, bugüne kadar yapılmış çalışmaları yeniden hatırlamak için bir tur oyun oynuyorlardı. Bize ilk müdahalenin nasıl yapılacağını göstermek için içlerinden birinin gönüllü “hasta” olması istendi biraz duraksamadan sonra bir kız çocuğu yere uzandı. Erkek olan da ilk müdahalenin nasıl yapılacağını gösterirken, ağızdan nefes üfledi. Tabii ki diğer çocuklar olaya başka bir boyut katarak kıkırdamaya başladılar. Kollarında Kızılhaç amblemleri var. Sınıfın duvarında Kızılhaç ve Kızılay’ın her ikisinin de amblemlerini gördük.

 

Koridorda diğer sınıfa yürürken yakın dövüş ya da öz savunma öğretilen sınıfın önünden geçerek dans sınıfına yöneldik. Gördüğümüz en kalabalık sınıftı.

 

Hemşirelik sınıfında ise cinsel eğitim dersine rast gelmiştik. Cinsel eğitim için çok çeşitli programları var. Erkeklerin ve kadınların kullanacağı çeşitli doğum kontrol yöntemleri anlatılıyor. Öğrencilerden biri, içimizden gönüllü olan bir arkadaşın tansiyonunu ölçüyor. Tam bu arada içlerinden biri bana dönerek bileğini gösterip saati soruyor. Ben de bileğimdeki saati uzatıp ona gösteriyorum. Akabinde iğne vurmayı uygulamalı olarak gösteriyor diğer bir öğrenci. Elbette ki bu sefer manken kullanıyorlar. Biraz sessizlik ve bekleme olunca, öğretmenlerden biri bize dönerek “artık çıkma zamanınız geldi” dedi.

 

Arkasından Radyo, TV ve kültür sınıfına yöneldik. Dans atölyesi de radyo ve televizyona insan yetiştirmeyi amaçlıyor. Dans gösterisini bize sundular. Sanki derste falan değil de bir yerlere birlikte eğlenmeye gitmişlerdi.

 

Fırın kullanmayı ve hamur yapıp ekmek pişirmeyi öğrendikleri sınıfa giriyoruz. Çocuklar fırında ekmek pişirmekle meşguller. Okulun ekmek, dondurma gibi ihtiyaçları bu atölyelerde yapılan çalışmalarla karşılanıyor.

 

Okulun girişinde duvara Che ve Fidel’in resimlerini koymuşlar ama üstlerine de çeşitli hareketler yapan çocukları monte etmişler. İnanılmaz hoş bir manzaraydı. Bu okullardan ülke çapında 125 tane var. Okula ilk geldiklerinde “Yeni nedir?” başlıklı toplantı yapılıyor. İnsan değerleri, isyancı ordunun tarihi, çocukların mücadelesinin tarihi, uluslararası ve ulusal olaylar anlatılıyor. Ana slogan “Düşün, Yarat, Katıl!”

 

 

 

Not: Çetin Durukanoğlu'nun bu yazısı, Yar Yayınları’nın Bir Gel-Git Hikayesi adlı kitabından alıntıdır. Her hakkı saklıdır.

Kapat