Ateşböceğinin Aşıkları (bir Japon masalı) - Mahir Ulaş Yeşil

ATEŞBÖCEĞİNİN AŞIKLARI

 

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Fukui kalesinin etrafındaki hendeğin güneye bakan ve çokça güneş alan kısmı, bir süredir lotus zambaklarının bol bol biteceği kadar sığlaşmışmış. İşte o, yaprakları pespembe, irice çiçeklerden birinin içinde, derinliklerinde Ateşböceklerinin kralı Hi-o yaşarmış. Kralın tek evladı, prenses Hotaru imiş. Hala çocuk olsa da prenses pembe taçyapraklarının koruması altında, sıkı sıkıya evde tutulurmuş. Kenarlara kadar bile gidemezmiş, babasının bir sefere çıkmak için uçtuğu zamanlar hariç. Büyüyüp de ateş kendi vücudunda da yanıp parıldamaya, kıpkızıl yuvarlak bir lamba gibi lotusu aydınlatmaya başlayana dek bu böyle sürmüş.

 

Her gece, ışığı daha da parlak olmuş, ta ki altından bir karpuza benzeyene dek. O zaman babası şöyle demiş:

 

 “Kızım artık büyüdü, benimle uzaklara uçabilir artık. Ve uygun bir talibi çıktığında, istediğiyle evlenebilir.

 

Böylece Hotaru hendekteki lotus zambaklarının birinden birine uçmuş, sonra bereketli pirinç tarlalarına ve son olarak da taa yeşil ovalara…

 

Bütün ateşböceklerini kendine çekecek eşsizlikte olduğundan, nereye gitse, bir talip kalabalığı onu izliyormuş. Ancak o, hiçbirinin kurlarına ilgi göstermiyormuş. Hepsiyle kibar bir şekilde konuşuyor ancak hiçbirine cesaret vermiyormuş, bu parlak kanatlı aşıklar tarafından şımarık diye nitelendirilmek pahasına da olsa…

 

Bir gece, annesi Kraliçeye şöyle demiş:

 

 “Birçok aşığımla karşılaştım, ancak hiçbirini koca olarak istemiyorum. Bu gece evde kalacağım ve gelir de bana kur yaparlarsa onlardan imkansız bir görev isteyeceğim. Akılları varsa yerine getirmeye kalkmazlar; ancak kendi hayatını benden daha çok seveni de ben istemem. Kim o görevi başarırsa, ancak onu eş olarak seçebilirim.”

 

 “Nasıl istersen yavrum,” demiş Ana-kraliçe ve onu en göz kamaştırıcı elbiselerle giydirip lotusun içindeki tahtına oturtmuş.

 

Ve korumasına bütün talipleri uygun bir mesafede tutmasını emretmiş; aptal aşığın biri, mesela bir boynuz böceği veya ışıktan büyülenmiş bir mayıs böceği çok yakına sokulup Prensesi incitmesin diye.

 

Alacakaranlık geçer geçmez, altın böceği çıkıp gelmiş, yerlere kadar eğilerek selam verip şöyle demiş:

 

 “Ben Yeşil-Altın Bey’im. Evimi, servetimi ve aşkımı Prenses Hotaru’ya sunuyorum.”

 

 “Gidin ve bana ateş getirin, ben de sizin eşiniz olayım,” demiş Hotaru.

 

Başıyla selamlayarak böcek kanatlarını açmış ve muhteşem bir pırpırla gitmiş.

 

Ondan sonra kendisi ışıldayan ama kanatları ve vücudu is kadar kara bir böcek gelmiş. Gösterişli bir şekilde tutkusunu itiraf etmiş ve aynı cevabı almış:

 

 “Bana ateş getirirseniz beni eşiniz olarak alabilirsiniz.”

 

Vızıltıyla uçup gitmiş böcek.

 

Hemen ardından kızıl renkli yusufçuk gelmiş. Prensesin harika renkleriyle büyülenip kendisini hemen kabul edeceğini sanıyormuş.

 

 “Teklifinizi reddediyorum,” demiş Prenses. “Bana bir tutam ateş getirmediğiniz sürece.”

 

Çabucak işe koyulmaya uçmuş yusufçuk ve peşinden heybetli bir vızıltıyla başka bir böcek gelmiş ve heyecanla aşkını ispatlamaya koyulmuş.

 

 “ ‘Evet’ derdim,” demiş parıldayan Prenses. “Bana ateş getirseydiniz.”

 

Ateşböceği Kralı’nın kızına kur yapmak için gelen talip talibi kovalamış, tüm taçyaprakları onlarla dolmuş. Birbirleri ardına dizilip uzun sıralar oluşturmuşlar. Hepsi kendi tarzında, gururlu, dürüstçe, cesaretle, kibarca, dalkavukluk yaparak, böbürlenerek, hatta gözyaşları içinde aşklarını itiraf etmişler. Saygınlıklarından bahsetmişler, servetlerini sayıp dökmüşler, sadakat yeminleri etmişler, şarkı söylemişler. Her bir aşığına, prenses kibar bir tonla aynı cevabı vermiş:

 

 “Bana ateş getirin, eşiniz olayım.”

 

Böylece rakiplerine söylemeden, her biri bu sırrı bir tek kendi biliyor zannederek ateşin peşine düşmüşler.

 

Ancak hiçbiri prenses ile evlenmek üzere dönmemiş. Vah zavallı taliplere! Mesela aşktan sarhoş olan bir böcek yakındaki bir eve, ışık saçan kağıt duvarlarından(*) geçerek vızıldamış. Tutkudan gözleri o kadar kararmış ki, tahtaymış, demirmiş hiçbir şey düşünememiş. Kafasını bir çiviye çarpıp cansız yere düşmüş.

 


 

(*) Hem iç hem de dış bölme amacıyla kullanılan ve Shoji diye de bilinen bu duvarlar, ahşap ve bambu çerçevelerin içinde yer alan, yarı saydam kağıt bloklardan oluşurdu. Eski Japon evleri tahta, kağıt, kil ve pirinç samanı gibi tamamen doğal malzemelerden yapılırdı.

 


 

Kara böcek ders çalışan yoksul bir öğrencinin odasına uçmuş. Öğrencinin lamba diye kullandığı, toprak bir tabak içinde fitil batırılmış yağdan başka bir şey değilmiş. Yağ hakkında hiçbir şey bilmeyen yaralı aşık tabakta ateşe doğru yürürken yağa batmış ve denizdeymiş gibi boğulmuş.

 

Lambası bir anlık ışıldamanın ardından duman ve çıtırtılar çıkarınca, “Bu da ne?” demiş elinde iğne iplikle oturan tutumlu bir ev hanımı. Sonra yanmış parçaları toplarken kavrulmuş yusufçuğu bulmuş, kızıl kanatları yanıp kül olmuş halde.

 

Aşktan gözü bir şey görmez olmuş şahin güvesi, ateşten korksa da onu alıp Prensese götürmeye kararlı imiş. Mum alevinin üstünde dönmüş, dönmüş, her seferinde biraz daha yaklaşmış, yaklaşmış. “Ya şimdi ya hiç, ya Prenses ya ölüm,” diye vızıldayarak ateşten bir parça kapmak için ileri atılmış. Fakat kanatları yandığından umutsuzca yere düşmüş ve can çekişerek ölmüş.

 

 “Koca aptal,” demiş olay yerine gelen çirkin elbise güvesi. “Ateşi alacağım. Mumun tepesine dek sürüneceğim.” Ve tırmanmaya başlamış. Tepesine geldiğinde, hani tam o alevin mavi kısmı göründüğünde adam mumu söndürmek için bir şeyle fitile vurmuş, güveyi de ezmiş.

 

Hi-o’nun kızının aşıkları aynı hüzünlü kaderi paylaşmış. Kimi tehlikeli burunlardaki deniz fenerlerinin etrafında uçuşmuş, kimi Buda Tapınaklarında, yerden beş metre yükseklikteki meşalelerin çevresinde kanat çırpmış. Kimi burunlarını tütsü çubuklarında yakmış veya dumanaltı olmuş. Kimi kutsal yerlerdeki fenerlerin etrafında dans etmiş. Bazıları mezarlıklardaki lambalarda aranırken, biri ölülerin yakıldığı bir fırını ziyaret etmiş, bir diğeri ziyafet hazırlanan bir mutfağı, başka bir tanesi de bacadaki kıvılcımları kovalamış. Ancak hiçbiri Prensese ateş getirip aşklarının ödülünü alamamış. Antenini kaybedenler mi istersiniz, parıldayan vücudunu kavuranlar, kanatlarını yakanlar mı? Ve ne yazık ki, birçoğu ertesi sabah yerde cansız, soğuk ve kapkara yatıyormuş.

 

Keşişler lambaları, hizmetliler fenerleri karıştırırken şöyle der gibiymişler:

 

“Prenses Hotaru’yu dün gece çok aşık ziyaret etmiş olmalı.”

 

Ah! Ah! Zavallı talipler. Bazısı kedinin gözlerinden yeşil bir alev parçası çalmaya çalışıp ancak acıyla gelen bir pençe alabilmişler. Bir tanesi bir kuşun nefesinden umutlanıp canlı canlı yutulmuş. Bir leşböceği (çirkin aşık) deniz kenarına uçup bazı balık pullarının ışığı yansıttığını keşfederken yereşeği bir dağa tırmanmış, çürümüş bir ağaç kütüğünde ateş gibi parıldayan bir parça tahta bulmuş, ancak kale hendeğinden o kadar uzaklaşmışlarmış ki, geri dönene kadar gün ışımış ve ışıltılar gitmiş. Onlar da balık pulunu ve tahta parçasını atmışlar.

 

Ertesi gün büyük bir yas varmış, etrafta kaldırılan o kadar çok cenaze varmış ki Hi-Maro, yani kalenin hendeğinin diğer tarafında, kuzey tarafında yaşayan ateşböceği Prensi, hizmetkarlarına neler olduğunu sormuş. Ve böylece parıldayan Prensesin varlığını öğrenmiş.

 

Bunun üzerine, babasının yerine tahta yeni geçen Prens, Prensese aşık olmuş ve onunla evlenmeye karar vermiş. Kahyasını kızı babasından istemesi için, geleneklere uygun bir şekilde göndermiş. Babası Prensin teklifini bir şartla kabul etmiş, o da kızının isteğine boyun eğmesi ve ona bizzat ateş getirmesiymiş.

 

Böylece Prens, parıldayan taburlarının başında bizzat gelmiş ve lotus sarayını altın bir ışıkla doldurmuş. Ama Hotaru o kadar güzelmiş ki onun ışıltısı Prens’in görkemi karşısında bile sönük kalmamış. Ziyaret muhabbetle, muhabbet de evlilikle sonuçlanmış. Kararlaştırılan akşam, beyaz lotus yapraklarından bir tahtırevanla, Prensin parıldayan savaşçı taburlarının ışıltısıyla Hotaru Prens’in sarayına götürülmüş ve Prens ile Prenses orada evlenmişler.

 

Hi-Maro ile Hotaru evlendiğinden beri çok kuşaklar geçti, ancak Ateşböceği prenseslerinin aşıklarından kendilerine ateş getirmesini isteme kaprisi hala sürüyor. Aksi takdirde, bu güzeller, aşıklarının bitmek tükenmek bilmez ısrarları karşısında canlarından bezerlerdi. O gün bu gündür, Ateşböceği’ne gönlünü kaptıran binlerce böcek, güzel ama zalim sevdikleri için ateşi almaya boş yere uğraşarak can verir. Her gece bu yüzden böcekler lambanın ateşi etrafında dönüp durur ve her sabah yağda boğulan veya alevde kavrulan çok sayıda kurban lambadan temizlenmek zorundadır. Genç Japon kadınları belki de bu yüzden, ateşböceklerini yakalayıp böceklerin aşkları için savaşmasını izlerler, kendilerinin de böyle ateşle sınanmış aşıkları olması umut ederler.

 


 

Derleyen ve Çeviren: Mahir Ulaş Yeşil

 

Not: Yar Yayınları’nın Japon Masalları kitabından alıntıdır. Her hakkı saklıdır.

Kapat