Savaş (Öykü) - Jack London

SAVAŞ(*)

 

I

 

Genç bir adamdı, yirmi dört-yirmi beş yaşlarındaydı. Sinirleri gergindi, diken üzerinde oturur gibi otuyordu eyerde, yoksa gençliğin kaygısız zarafetiyle at sürebilirdi. Siyah gözleri, her yeri araştırıyor, ince dalların, üstünde küçük kuşların hopladığı ağaç dallarının en küçük hareketlerini bile gözden kaçırmıyordu. Gözlerini ileriye dikip ağaç ve çalılıkların değişen manzarasını gözden geçiriyor, her seferinde, bakışlarını yine iki yandaki orman altı bitkilerinin kümelerine döndürüyordu. Hem yola dikkatle bakıyor, hem de etrafa kulak kesiliyordu. Batıda, çok uzak yerlerden gelen ağır topların gürleyişlerini saymazsak, sessizlik içinde yol aldığı halde, en küçük sesleri bile duymaya çalışıyordu. Top sesleri saatlerdir tekdüze bir biçimde kulağına geliyordu, alışmıştı bunlara; ancak bu gümbürtüler kesilirse bir değişiklik olduğunu hissedecekti. Çünkü yapılacak daha acil işleri vardı. Eyerin ön tarafına, bir tüfek dengeli bir biçimde yerleştirilmişti.

 


 

(*) Savaş: İlk kez,Londrada yayınlanan The Coming Nation dergisinde yayınlandı ( 29 Temmuz 1911). London, bu öyküyü dergiye hediye olarak göndermişti.

 


 

Sinirleri öylesine gergindi ki, bir bıldırcın sürüsü atının burnunun dibinde aniden havalandığında ürktü. Anında otomatik bir hareketle atının dizginlerini çekti, tüfeğini kapıp omuzuna doğru kaldırdı. Sonra saf saf gülümsedi, kendini toparladı ve yola devam etti. Sinirleri öylesine gergindi, yapacağı iş aklını öylesine kurcalıyordu ki, gözlerine akan terleri silemiyor, umursanmayan terler burnundan aşağı akıyor, şıp şıp eyerin üstüne damlıyordu. Süvari kasketinin şeridini, terler ıslatmıştı. Atı da terden sırılsıklamdı. Sıcaktan soluk alınamayan bir günün öğle üzeriydi. Kuşlar ve sincaplar bile, güneşin altında durmayı göze alamıyor, ağaçların arasında saklı, gölgeli yerlere sığınıyorlardı.

 

Adam ve at, üstleri başları yapraklar, sarı polenlerle kaplı ve toz toprak içindeydi; çünkü gereğinden fazla açıkta kalmamak gerekirdi. Çalılıklar ve ağaçlar arasından gidiyorlardı, adam ağaçsız bir açık alandan ya da yüksek otlakların çıplak bölgelerinden geçmeden önce, dikkatle etrafa bakınıyordu. Yolu dolambaçlı olmakla birlikte, hep kuzeye doğru gidiyordu adam; görünüşüne bakılırsa kendisi de kuzeyli birine benziyordu. Ödlek değildi, cesurdu, ama cesareti sade ve uygar bir insanın cesaretiydi; kahramanlık taslamıyor, ölümü aramıyor, yaşamaya bakıyordu.

 

Dar bir keçiyolundan küçük bir tepeye tırmandı, burada çalılar öylesine sıktı ki, eyerinden inip atı yedekte götürmek zorunda kaldı. Fakat patikanın batıya saptığı yerde, yolu bıraktı ve meşe ağaçlarının örttüğü sırttan yine kuzeye yöneldi.

 

Sırt, aşağı doğru inen bir bayırla bitti -bayırı aşmak için zikzaklar çiziyor, kuru yapraklar ve solmuş sarmaşıklar arasında kayıyor ve tökezliyor, at yuvarlanıp da üstüne düşer kaygısıyla sık sık dönüp arkaya bakıyordu. Üstünden başından terler akıyor, ağzına burnuna dolan keskin kokulu ve acı polen tozları susuzluğunu artıyordu. Ne kadar sessiz gitmeye çalışırsa çalışsın, bayır aşağı inerken nallardan gürültü çıkıyor, sık sık duruyor, kuru sıcakta kısa kısa, çabuk çabuk soluk alıyor, aşağıdan gelen bir uyarı var mı diye kulak kesiliyordu.

 

Yamacın altına vardığında, düzlükte uzanan, ucu bucağı belli olmayan, sık ağaçlı bir ormana daldı. Burada ormanın tipi değişikti, yeniden atına binebildi. Tepedeki eğri büğrü meşe ağaçları yerine, burada dümdüz yükselen, nemli ve humuslu toprakta yetişen, koca gövdeli büyük ağaçlar vardı. Şurada burada sık çalılıklara rastlıyorsa da bunlardan kolayca sıyrılıp geçiyor, dönemeçlerden kıvrılıyor, eskiden ineklerin otladığı meralar kadar geniş çayırlıklardan geçiyordu. Şimdi savaş, inekleri bu otlaklardan kovmuştu.

 

Vadinin dibindeki düzlüğe indiğinde hızlandı ve yarım saat sonra, bir açıklığın ucunda, eski bir çit kalıntısının olduğu yerde durdu. Buranın açıklığından hoşlanmamıştı, ama gideceği yol, sel yatağının yamaçlardaki izini gösteren ağaç sıralarına doğru uzanıyordu. Aşması gereken açık alan çeyrek mil kadardı, yine de bu tehlikeyi göze almak adama çok ürkünç geliyordu. Bir tüfek, yirmi tüfek, hatta bin tüfek, bu ağaçların arkasında, sel yatağında pusuya yatmış bekliyor olabilirdi.

 

İki kez yola devam etmeye karar verdi, ikisinde de vazgeçti. Kendi yalnızlığı onu şaşkına çeviriyordu. Batıda, savaşın nabzı atıyor, oradaki binlerce savaşçının silah arkadaşlığına tanıklık ediyor, adamın olduğu yerdeyse sessizlik hüküm sürüyordu, yalnızca kendisi vardı ve belki de herhangi bir çalı yığını arkasında ölüm saçan mermiler. Görevi ise, bulmaktan korktuğu bir şeyi aramaktı. Yola devam etmek zorundaydı, bir anda, bir yerde, birisine, ötekine, öteki taraftan olan adama rastlayana kadar gitmek zorundaydı. Kendisi gibi o da çevreyi araştırarak dolaşıyor, keşif yapıyor olmalıydı şimdi. Sonra, kendisine rastladığına dair rapor verecekti, tıpkı kendisinin de rapor edeceği gibi.

 

Fikrini değiştirdi, bir süre orman kenarını izledi, sonra yine ilerilere doğru bakıp çevreyi gözden geçirdi. Bu kez, bir açık alanın ortasında küçük bir çiftlik evi görmüştü. Hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Bacalardan duman tütmüyor, tavuklar gıdaklamıyor, kümes hayvanları ortalıkta dolaşmıyordu. Mutfak kapısı aralık bırakılmıştı, adam karanlık aralığa o kadar uzun zaman baktı ki, çiftçinin karısının kapıya çıkıp görüneceğini sanmaya başladı.

 

Polenlerin, tozların yapıştığı dudaklarını yaladı adam, sırtını doğrulttu, zihnini ve vücudunu güçlendirdi ve kızgın güneş altında ilerledi. Hiçbir şey kıpırdamamıştı. Evin yanından geçti, ırmağın yanındaki ağaç ve çalılıklara yaklaştı. Bir düşünce çıldırtıcı biçimde, kafasına takılmıştı. Yağlı bir kurşunun, büyük bir hızla gelip vücuduna saplanacağı takıntısı ona rahat huzur vermiyordu. Bu yüzden, kendini çok kırılgan, çok savunmasız hissediyor; eyerin üzerine eğildikçe eğiliyordu.

 

Ormanın ucunda, atını iple bir ağaca bağladı ve yüz metre kadar yayan yürüyüp ırmak kenarına vardı. Yirmi ayak genişliğindeydi akarsu, görünürde akıntısı yoktu, serin ve davetkardı sular, adamsa çok susamıştı. Ama yaprakların sağladığı paravanın arkasına gizlendi, gözlerini karşı kıyıdaki ağaç örtüsüne dikmişti. Beklemenin sıkıntısına daha kolay katlanabilmek için, yere oturdu; karabinasını dizlerinin üstüne koydu. Dakikalar geçti, yavaş yavaş sinirlerinin gerginliği azaldı. Sonunda, tehlike olmadığına karar verdi; tam çalılıkları aralayıp su içmeye eğilecekti ki, karşı kıyıdaki çalıların kıpırdadığını gördü.

 

Belki de, bir kuştu bu kıpırdanmanın sebebi. Bekledi adam. Çalılar yine kıpırdadı, sonra az kalsın bir çığlık koparacaktı. Karşıdaki çalılar aralanmış ve bir surat görünmüştü. Surat, birkaç haftalık, kızıl-kumral bir sakalla kaplıydı. Adamın gözleri maviydi ve birbirinden ayrıktı; köşeleri kırış kırıştı, yüzün yorgun ve endişeli ifadesine rağmen belli oluyordu bu kırışıklıklar.

 

Bütün bunları mikroskobik bir netlikle gördü, çünkü aradaki uzaklık altı yedi metreden fazla değildi. Karabinasını omuzu hizasına kaldırana kadar geçen kısa sürede görmüştü bunların hepsini. Nişangahtan baktı ve karşısındaki adamın artık ölmüş biri sayılabileceğini anladı. Böyle ortada duran bir hedefin üzerine ateş edip de ıskalaması olanaksızdı.

 

Ama ateş etmedi. Gözlerini adamdan hiç ayırmadan, karabinasını yavaşça indirdi. Çalılığın arkasından, matara tutan bir el uzandı ve kızıl sakallı adam su doldurmak için ırmağa eğildi. Suyun lıkır lıkır mataraya dolduğu duyuluyordu. Sonra adamın kolu, matara ve kızıl sakal sık çalıların arkasında kayboldu. Uzun bir zaman bekledi süvari, sonra susuzluğunu gideremeden, tekrar atına atladı ve güneş altında alazlanan açık arazide yavaş yavaş at sürdü, sonra da arkadaki ormanların içine, güvenli bölgeye sığındı.

 

II

 

Bir başka gün, nefes alınamayacak kadar sıcak. Açık arazide, terkedilmiş bir çiftlik evi, birçok müştemilat ve bir meyve bahçesi… Ormanlardan, demir kırı bir atın sırtında, karabina tüfeği eyer kaşının üstünde, genç bir adam çıkageldi, gözleri hızlı hızlı etrafı araştırıyordu. Eve vardığında, rahat bir nefes aldı. Tam burada, yaz mevsiminin başında bir savaş olmuştu, bu apaçık belliydi. Boş mermi kovanları, tüfek şarjörleri, yeşilimsi bir pas bağlamış olarak yerlere saçılmıştı. Islak zeminde at nallarının izleri kalmıştı. Mutfağın yanındaki bahçede asmalar, numaralandırılmış ve fişlenmişti. Mutfak kapısının yanındaki meşe ağacında, yırtık pırtık, paçavraya dönmüş giysileri içinde, iki adam asılıydı. Kuruyup büzülmüş, çizgileri silinmiş yüzleri, insan yüzüne benzemiyordu artık. Kır at, cesetlerin yanından geçerken horuldadı, binicisi atı okşadı, yatıştırdı ve oradan uzak bir yere götürüp bağladı.

 

İçeriye girdiğinde, adam bir yıkıntıyla karşılaştı. Yürüdükçe boş mermi kovanlarının üstüne basıyordu. Odadan odaya gidiyor, etrafı keşfetmeye çalışıyordu. Adam çok çeşitli yerlerde kamp yapmıştı, her yerde uyuyabilirdi. Odalardan birinde, yaralının yatmış olduğu yerde, döşemenin üstünde kan lekelerini gördü.

 

Tekrar dışarı çıktı, atı evin etrafında dolaştırıp ahırın arkasına gitti. Meyve bahçesine de girdi. Bir düzine kadar elma ağacı meyve vermişti, dallar olgun elmayla yüklüydü. Ceplerini doldurdu, bir yandan koparıyor, bir yandan yiyordu. Sonra aklına bir düşünce geldi, güneşe baktı, kampa dönme zamanını hesapladı. Gömleğini çıkardı, kollarını bağlayıp torba haline getirdi. Sonra, bu torbayı elmayla doldurmaya girişti.

 

Atına binmek üzereyken, hayvan birden kulaklarını dikti. Adam da etrafa kulak kabarttı ve yumuşak toprak üzerinde, hafif nal sesleri duydu. Ahırın köşesine gizlendi ve dışarıyı gözetlemeye başladı. On iki atlı, arka arkaya dizilmiş olarak, açıklığın karşı tarafından geliyorlardı, yüz metre kadar uzaktaydılar. Eve doğru at sürdüler. Bazıları indi, öteriler eyer üstünde kaldı; bu da molalarının kısa süreceğinin belirtisiydi. Aralarında bir karara varmak için tartışıra benziyorlardı. Konuştuklarını işitiyordu adam, yabancı işgalcinin arkasından nefret dolu sözler söylüyorlardı. Aradan biraz zaman geçti, bir karara varamamışa benziyorlardı. Adam karabina tüfeğini kınına yerleştirdi, sonra atına bindi, elma dolu torbayı eyerin kaşına yerleştirdi ve sabırsızlıkla bekledi.

 

Yaklaşan ayak sesleri duyduğunda, kır atını öyle sertçe mahmuzladı ki, hayvancağız şaşırıp kişnedi ve ileri atıldı. Ahırın köşesinde, yabancıyı gördü adam. Üstündeki askeri üniformaya rağmen, ancak on dokuz-yirmi yaşlarında gösteren bir delikanlıydı. Adamı görünce geriye doğru sıçradı, yokuş aşağı kaçmaya başladı. Kır at aniden dönerek yana saptı, evin önünde toplanmış süvariler adamın gözüne ilişti. Bazıları atları üzerinde öne eğiliyor, tüfeklerini omuzlarına götürüp nişan alıyorlardı. Adam mutfak kapısının önünden, yerde gölgede yatan kurumuş cesetlerin yanından geçerek, düşmanlarını evin önünden kaçmak zorunda bıraktı. Bir tüfek patladı, sonra bir başka tüfek, ama adam hızlı gidiyordu, eyerin üstünde öne eğilmişti, bir eliyle elma torbasını, öteki eliyle atın dizginlerini tutuyordu.

 

Tahta parmaklığın en yüksek latası, dört ayak yükseklikteydi, ama adam kır atını iyi tanıyordu, son süratle gelerek çitin üstünden atladı. Bu sırada, arkasından rasgele birkaç el ateş edilmişti. Orman, sekiz yüz metre uzaklıktaydı, kır at bu mesafeyi dörtnala aşıyordu. Şimdi, arkasından bütün askerler ateş ediyordu. Tüfeklerini öyle hızlı dolduruyorlardı ki, tek tek atışları artık ayıramaz olmuştu. Bir kurşun kasketini sıyırıp geçti, ama adam bunun farkına varmadı. Fakat bir başka merminin elma torbasını deldiğini gördü. Alçaktan gelen üçüncü mermi atının bacakları arasından geçip taşlarda sekerek, inanılmaz garip bir böcek gibi, havada vız vız diye uzun yankılar uyandırdı.

 

Şarjörler boşaldığından, silah atışları da kesildi. Genç adam sevinçliydi. Üstüne yağan kurşunlarla vurulmamıştı. Geriye baktı. Evet, şarjörler boşalmış, ateş kesilmişti. Askerlerden birçoğunun tüfeklerini yeniden doldurduğunu gördü. Ötekiler, evin arkasına, atlarının olduğu yere doğru koşuyordu. Adam baktığında, ikisi atına binmişti bile, evin köşesinden çıktılar, hızla at sürüyorlardı. O anda, aynı kızıl-kumral sakallı adamın yere diz çöktüğünü, tüfeğini kaldırıp kendisine doğrulttuğunu, soğukkanlılıkla ve acele etmeden uzun bir menzilin ucundaki hedefine nişan aldığını gördü.

 

Genç adam atını mahmuzladı, eyerin üstüne yattı, ötekinin hedefi şaşırması için atını yanlamasına sağa sola sürdü. Ama artık silah sesi duyulmuyordu. Atın her adımıyla, orman biraz daha yakınlaşıyordu. İki yüz metre kalmıştı arada, hâlâ ateş etmemişti düşmanı.

 

Silah sesi kulağına geldiğinde, atlının duyduğu son ses oldu bu; çünkü daha yavaşça eyerden yere yuvarlanmadan önce ölmüştü. Evden o yana bakanlar, adamın attan düştüğünü, bedeni toprak zemine çarptığında sıçradığını, kırmızı elmaların saçılıp yerlerde yuvarlandığını gördüler. Elmaların öyle beklenmedik bir şekilde yere dökülmesine güldüler ve kızıl sakallı adamı, bu kadar uzak mesafedeki hedefe isabetli bir atış yaptığından dolayı alkışladılar.

 


 

Çeviren: Nadiye R. Çobanoğlu

 

Not: Jack London'ın bu öyküsü, Yar Yayınları’nın San Francisco'nun Güneyi kitabından alıntıdır. Her hakkı saklıdır.

 

 

Kapat